Tüm duyularını kullanabildiğin bir hayatı hisset!

Hakikatle Dolu Yüreğe Sahip İnsanlara…(1.Bölüm)

Adam, her gününü çalışarak geçiriyordu. Çalışmayı seviyor ve “Sağlık oldukça çalışmaktan kime ne olur” diyor, gayretini sürdürüyordu…

Ancak bir sorun vardı. Evine geldiğinde hep istediği o huzuru bulamıyordu. Bela, küfür, şiddet arttıkça ve tüm bunlara şahit oldukça, hem de en kıymet verdiği aile ortamında yaşanınca, bir de müdahalede bulunamayınca, günün tüm o vız gelen yorgunluğu üzerine biniyordu…

Neydi ki bu aile içindeki?

Neydi olması gereken huzur ortamını bozan şey?

-Benlik Savaşı!

Hak davası değil haklı olma davası, sözünü dinletme ve diretme, itaat ettirme ve dahası nefsi arzular…

Adam ise bunlardan arınmak için çalışıp çabalıyor ve nefsi mücadelede bulunuyordu. Ancak ne derece ileri gidebilirdi ki? Her gün şiddeti artan nefis emarelerinin ateşi içinde kalarak…

Bir insan, sevmediği yada onaylamadığı birşeye bile uzun uzun baktıkça alışıyor, normal karşılayıp sevebiliyor da.

Ancak Adam’ın sevmemesinin sebebi, bir türlü kabullenememesinin haklı gördüğü bir sebebi var. İşte bu sebep de çatışmayı doğuruyor.

“Harama bakma, hatta yaklaşma” temelini taşıyan bir inanca tabi olması. Biliyor ki, bu ortamın onu yanlış ve sapkın yollara sürükleyeceğini, hatta cinnet boyutuna taşıyacağını.

İşte devamlı körüklediği bu inanç ateşiyle kapadı gözlerini ve kulaklarını olan bitene, dilini ise zor tuttu. Hele ki kaba kuvvetini…

“İnsan bu denli günaha zorlanır mı” diye çok geçirdi içinden, hem de her geçen yorgun gün…

Bu denli artan itici ve uzaklaştırıcı gücün de bir nedeni vardı elbet. Nedensiz yaşanmıyor öyle değil mi?

Önce diliyle, sonra eliyle bu durumu düzeltmeye çalıştı, olmadı. Bu durumu daha fazla görmek onu alıştırır diye korktu ve kalben buğzetti…

Bir ailenin içinde olmaması gereken, olmamasını dilediği ağır şeyleri yaşamak, ağrına gidiyordu ve kalben uzaklaştı, mühürlendi…

Bir süre daha devam etti bu durum. Evin içinde ruh gibiydi. Oradaydı ancak zihnini ve kalbini kapatmıştı. İşine gidip geliyordu ve diliyordu ki, “Şu emeğimi hakedenlerle tüketeyim…”

Çok da uzun sayılmayan bir süre zarfında, vesilelerle bir Kadın yaklaştı yaşamının çevresine. Ancak Kadın hastaydı. Mucizevi bir şekilde yaşama tutunmuş ve devam ediyordu tüm o içten gayretiyle…

Hayatları kesiştikten sonra Adam da, Kadın da olduklarından daha iyi hissetmeye, birbirleriyle paylaştıkça tamamlandıklarını hissetti. Öyle bir süreçlerden geçmişlerdi ki Adam, Kadın’daki huzur kokusunu, hafif nemli rüzgar eşliğinde gelen çay çiçeği kokusu gibi burnuna gelişini sevdi. Kadın ise Adam’a duyduğu güvenin, damarlarında sağlık için dolanan kan gibi, bedeninin en kılcalını sarışını ve şifasını sevdi. Cisimlerine pek bakmadılar. Yine inceden, göz ucuyla da olsa sevmişlerdi muhtemelen birbirlerini. En azından gözlerine derin derin, dolu dolu bakmışlardı…

Tüm bu süreçlerin ardından, uzatmadan birleşme karqrı aldılar ve yaşamlarını birlikte sürmeye başladılar. her geçen gün, daha da anlamlı sarıyorlardı birbirlerini; şifa niyetine…

Adam, toprakla uğraşıyor ve tüm gücünü gün içinde toprağa bırakıyordu. Alnının teri ziyan olmuyor ve dokunduğu topraktaki canlılara karışıyor, yine bir şekilde ona dönüyordu…

Kadın da, evde işleri bitince Adam’ın yanına gidiyor, bazen sohbet ediyor, bazen de birlikte işe koyuluyorlardı. “En güzel günümüz” diye dillendirdikleri, eve birlikte yorgun dönmeleriydi…

Sevdikleri birşeyden daha bahsedeyim. Bu, en sevdiğim yanlarıydı.

Adam çalışırken, Kadın’ın usulca yaklaştığını hissettiğinde bozuntuya vermiyor, arkası Kadın’a dönük doğrulup, karşı dağa doğru önce içinden, “Allah için” sonra bağırarak, hatta haykırarak diyeyim, çünkü karşı dağlar inliyordu, “Seni seviyoruuuum!”…

Adam, Allah için çok seviyordu ve hep de istediği buydu: “Beni, Yaradan’dan uzaklaştırmayan bir gönül bağıyla sarsın”…

Kadın da Adam’ın, karşı dağa vurup geri dönen ve önce kulağına sonra hasta da olsa onun için güçle atan kalbine inen sevgisini seviyordu. Bu halin verdiği sevinçle hoplaya zıplaya Adam’ın arkasından dolanıyordu, sırtına göğsünü ve başını yaslayarak…


Zaman geçti…

Kadın, geçen yıllarla kendini daha iyi hissediyordu. Bu iyiliği, Adam’ın da hep hayalini kurduğu, topraklarında çoğalma isteğini körükledi. Kadın’la istişare yaparak, her ne kadar nasip de olsa, birbirlerine danıştılar ve aynı düşüncede bağdaştılar…

Aldıkları bu karardan sonra bir mevsim geçmeden haber geldi. Bu toprakların ilk meyvesi…


Zaman geçti…

O mis kokulu meyve ve o meyvenin gelişine vesile olan çiçek, kokularıyla Adam’ı mest etmişti. O duyguyu anlatmaya benim dilim de, gözüm de dayanmaz. ama bir “Hamd olsun!” diyelim böyle sevgiyle yoğrulan aileye…

Zaman geçti…

Evlat büyüdü. Babasına, anasına yardım edecek kadar hem de. Toprakta yetişen evlat çabuk gelişir, direnç kazanır. Bu evladın da, bu topraklarda ekildiği fazlasıyla belliydi…

Aile ortamında başından beri daim olan huzur ortamı her geçen günle ve yaşanmışlıkla daha da körükleniyordu. Hep aradığı ve kendi kurduğu ailede bulduğu huzur ortamıyla Adam’ da çalışmak vız geliyordu. Akşam eve gelip öyle kenara da çekilmiyordu. Yatana kadar ne iş varsa onlarla da ilgileniyordu ancak Kadın da yamacındayken. Onun da gönlünü hoş etmeyi ihmal etmiyordu. Bakışı bile yeterdi ya neyse…


Zaman geçti…

Kadın’ın hastalığı geçen uzun süreçlerin ardından nüsetti. Bir süre sanki uykudaydı. Gelişi hafif olmadı. Kaldığı yerden devam eder gibiydi. Ağırlığını hissediyordu bedeninde Kadın, ama çok belli etmiyordu. Adam’ı telaşlandırmak istemiyordu. İyi olmaya çok alışmıştı ki üzerine de konduramıyordu yeniden o hale düşmeyi. Geçicidir diye önemsememeye çalışsa da, kendi kendine devamlı “İyiyim ben iyiyim” dese de, sonunun gelişine pek etki etmeyecekti. Çok da dayanamadı. Uzun soluklu hasta yatışları başladı. Günler, haftalar sürdü bazen. Biraz iyi olur gibi olsa da yeniden geldi ve sardı bedenini…

Bu süreçlerde huzur ortamı hiç bozulmadı. İlginç gelebilir ama hastalığın kasvetine kapılmadılar. Tabi Hak olanı da kabul ederek. Evlat dahi farkında ve dirayetliydi. Çünkü geçmiş günleri de, bu günleri de nasibe ve hak olanı yaşayacaklarına olan inanca bağlılıklarıyla sürmüştü. Aile ortamında değişen tek şey, Kadın’ın devamlı istirahat halinde olmasıydı. Tüm bu süreçte toprak işi de, ev işleri de Adam’ın himayesindeydi. İş gücü kat kat artsa da, bitmez tükenmez bir azim ve güçle hergün çalışmaya ve çabalamaya devam ediyordu. Hiç mi yorulmaz insan?

Kadın da birgün sordu bunu: “Yorulmadın mı artık?”

Adam elindeki işi bıraktı. Uzanan Kadın’ın başına doğru uzattı başını. Çay çiçeğini koklar gibi kokladı. Aldığı solukla, “Yorulur muyum hiç? Her zerresine değecek bir hayatı yaşıyorum. Allah bizden razıysa, bu dünya isteyene kalsın. Sen her halinle benim ahirimi güzelleştiriyorsun. Kaldığın süreci iyi değerlendireyim değil mi?” diyerek muzipçe ve anlamı derince dillendi. Bunları dillendirirken, Kadın’dan önceki yaşamı geldi gözüne. O zorluk yerine, bu zorluğu sevdi ve tüm içtenliğini yaşamına verdi…


Zaman geçti…

Yorucu olsa da, hissetmeyen Adam’ın tökezlediği gün geldi. Kadın’ını dünya sürecinde kaybetti.

Adam’da, evladı da ölümden sonraki süreçlerde durgunluklarını korudular. Tüm bu süreç geçtikten sonra baba-oğul birlikte çalışmış, eve yorgun dönmüşlerdi. Eve girdiklerinde, evin sinmiş kokusuyla gözleri doldu ikisinin de. Birbirlerine bakmaya başladılar. Duygu yoğunlukları daha da arttı. Adam evladına, “Ben de özledim evladım. Kavuşmam yakın sanki. Kokusu çok yakın geliyor. Senin biraz daha zamanın var, sabırla yaşayacağın…” dedi, birbirlerine sıkı sıkı sarılarak.

Evlat farkındaydı elbet. Hak olan birşeyin yaşanmasının erkeni yada geci olmadığının. Ancak babasının bu sözleri fazla hisli gelmişti. Bu yüzden de sarılırken derin derin koklamıştı…

Bir süredir yalnızdı Adam. İşini yapıyor, evine geliyordu. Evladı, eğitimi için uzaklaşmıştı. O da artık bir birey olarak, bu toprakların kudretiyle yoğrulmuş olarak kendi ayakları üzerinde, yaşamını yönlendiriyordu…

Adam artık yorgun dönüyordu evine. Çalışması nispeten geçmişe göre azalmıştı ama özlemden olacak ki, yorgunluğunu hisseder olmuştu. Eve yorgun geliyor, iki lokma atıştırıp yatıyordu…


Zaman geçti…

Evladına bir haber gitti. Annesinde olduğu gibi sakince karşıladı bu haberi. Duruşu ise daha güçlüydü. Farkındalıkları artmıştı tabi. Defin işlemlerini tek başına yerine getirdi. Sonrasında gelen gidenlerle de ilgilendi. Her gelen giden, yüreğini daha da ferahlattı. Kimseye ihtiyaç duymayacak şekilde yetişmiş olsa da, ihtiyacı olduğunda içten destek olacak insanları ardı ardına tanıdı ve güvenle sevdi. “Ailemin en güzel birikimi” dedi her birine…

Bir süre daha evinde kalmak istedi ve vakit geçirdi. Çoğu insan kaçar gider. Bu öyle değildi. Farkındalığı içinde değişmez bir anlayışla yerleşmişti ve her süreci deneyimlemeyi seviyordu. Üzülmekten niye kaçar ki insan? Geliyorsa yaşayacaksın ve kaçmayacaksın. Hele ki bastırıp da sırtında yük etmeyeceksin. Bugünü yaşa ve bırak gitsin öyle değil mi?..

Bir akşam, babasının bir çalışma gününden çok çalışamasa da çalışmış ve yorgun eve döndü. SonBahar’ın ortalarıydı. Hava da kapatmıştı. İlk iş, kuzineyi yaktı. Ev ısındıkça o da gevşedi. Yorgunluğu da tatlılaştı. Evini kokladı. Doğduğu zaman gibiydi. Hiç değişmemişti. Ahşap olan evin her yanına anasıyla babasının kokusu da sinmişti. geçen yılların her gününün kokusu da sinmişti…

Babasının yazın sonlarında kavanozlara yaptığı üzüm şıralarından bir tanesini aldı ve kuzinenin yanındaki sedire yarı oturur pozisyonda yerini aldı. Yudum yudum babasının emeğini tadar, rahmetle anarken, aldığı bir yudumda ahşap olan karşı duvarda bir kapak ve binicik tutacağını gördü. Net değildi ama evin her yerini ezbere bildiği için bu değişimi farketmişti. Yerinden doğruldu. Son aldığı yudumu ağzında tutuyordu. Kapağa uzandığında yuttu ve açtı kapağı. Bir sürü defter vardı. Biri büyükçeydi. Onu hatırladı. Çocukluğunda, babasının her akşam çalışma masasında yaktığı gaz lambasının ışığında, bazen saatlerini geçirdiği defter. Aldı onu ve yerine geçti. Bir yudum daha tattı babasını ve defteri ortadan açtı. Sayfa sayfa ön izleme yaptı. Bazı sayfaları geçemedi. Neler neler vardı. Asıl tadımı şimdi başlamıştı…

Bir Adam, bir Kadın’ı nasıl severinden, bir avuç suyun nasıl içileceğine ve hissine kadar hemen herşey vardı. O kıymetli babanın hisleri ve düşünceleri, bazen gözünün içine baktığında göremediği herşey kucağındaki defterdeydi. İstemsizce sımsıkı sarıldı ona. Tıpkı o yorgun iş gününün ardından eve geldiklerinde sarıldıkları gibi…

Bundan sonraki süreç bambaşka olacaktı, öyle hissetti. Hissinde hem güven vardı hem de bir sıcaklık işte. Sıkıştığında açıp okuyacağı ve yok olsa da faydalanacağı bir babası vardı. Gözleri doldu ama çok. Özlem de vardı, sevgi de, umut da. Her damla defterin üzerine düşünce toparladı kendini ve eliyle sildi üzerini. Ömrünü kısaltmak istemiyordu defterin. Belki asırlar boyu giderdi, yol açardı…

Sonra ilk sayfayı merakla açtı. Nasıl başlamıştı diye…

ve ilk sayfada:

“Zor da olsa hayat, eğer huzur varsa, sonuna gitmek için güçlü bir sebep vardır. Çünkü, “Zahmette Rahmet Vardır” yazıyordu…

—–

Sonra evlat ne oldu bilmiyorum. Muhtemelen huzurlu bir sebep bulmuş ve tüm gayretiyle onu yaşıyordur…

Ben kim miyim?

Ben de arıyorum kendimi Hakikat yolunda. O Adam yada evladı gibi olmak isterdim. Olamasam da, kim olursam olayım, hakikatle dolu yüreğe sahip olmak isterdim. Selam olsun o güzel yürekli Adam’lara, Kadın’lara ve evlatlara…

Ve umarım ki, bir gün o selam bana da gelir…

« »