Tüm duyularını kullanabildiğin bir hayatı hisset!

Güneş ile Bulut: “Onların Güzellikleri, Birlikteliklerindenmiş…”

Güneş, çok güzelmiş; ışıl ışıl, pırıl pırıl…
Bunun da fazlasıyla farkında imiş.

Bulut da, güzelliğinin ve güzelliğinin ardındaki hakikatin farkında imiş…

Kainattaki hemen her canlı, Güneş’in güzelliğine vurgunmuş, hayranmış, çok imrenir ve sahip olmak isterlermiş. Ona yada onun sahip olduklarına…
Güneş’i görenlerin bu halleri, Güneş’te yorgunluk, bitkinlik, halsizlik, bezginliğe sebep oluyormuş ancak o, bakışlara öyle aldanmış ki, kötü hissetmesinin gelip geçici olağan bir durum olduğunu düşünmüş. Rahatsızlığı artsa da, içten içe büyük bir tatmin yaşarmış. Kim istemez ki beğenilmek, arzulanmak.. ama sadece o anlık tatminler. Gece olup battığında ise bir başına düşen gücünü toparlamaya çalışırmış…
Bulut, Güneş gibi istemezmiş. Aslında öyle meziyetleri varmış ki, isterse dünyanın en güzel resimlerini çizermiş göğe, görenlere açık seçik işaretlerle yollar gösterirmiş. Kıskanılmanın zirvesini yaşayacak bu meziyetine aldanmaz, gelip geçici ve hesabı zor işlere dalmamaya özen gösterirmiş. İşte o yüzden dağınık, gelişi güzel durur, çokça Güneş ve Ay ile bir aradayken güzellik sergilermiş. Ancak bunu da birinden kaynaklanan değil de, birliklerinden kaynaklanan birşey olduğunu anlatmak için kullanırmış…

..ve Bulut, Güneş’e vurgunmuş…

Ama ne vurgun; Onun ardındaki hakikate, varlığını her hissettiğinde hatırladığı Yaradan’a…

Hali böyle olsa da, Güneş’in bu doyumu olmayan hallere düşmesinden memnun değilmiş. İçindeki hakikatin gücünü hissettiği Güneş’e öyle kıyamazmış ki, öyle gelip geçici heveslere yem olsun istemezmiş. Hatta ona bakmaya bile kıyamazmış. Zaten hiç de görmemiş. Dönüp de bakmamış. Onun varlığını, içindeki yoğunluğa vuran sıcaklıktan hisseder ve severmiş sadece. Bakmaya bile kıyamazken, bakıp da kıyanları, gösterip de kendine kıydıranı da görünce, huzursuzluk gelmiş yanı başına, “Bir süre birlikteyiz” demiş Bulut’a ‘Huzursuzluk’.

Aslında Bulut’a ne ki?
Bu, Güneş’in kendi yaşamıydı.

Bulut, ‘Emeksiz yemek olmaz’ diye bilir ve öyle de yaşarmış. İçindeki hakikatin farkına, ilk yağmur damlalarını yeryüzüne yolladığında, yağdırdığı topraktakilerin sevinci, şükrü ve dahası, onun içinden çıkanların kıymetini anlatmış ve her ne kadar kendinden çıksa da sahiplenmemiş, böbürlenmemiş: “Bunu Ol’duran var. Ben sadece vesileyim…” diye yaşamına devam etmiş.

İşte bu farkındalığa, daha sahip olamadığını düşündüğü Güneş için önce bir kalkan oluşturmuş. Her an altında görmek ve heveslerini dindirmek için bekleyenlere perdeymiş. Emeğini vermeye başlamış, karşılığında yemek düşünmeden…

Hiç ayrılmamış altından. Bir yandan sırtından vuran ısının içindeki yoğunluğu ısıtışını sevmiş, bir yandan da onu hakikat yolunda korumuş, kollamış…

Bu süre zarfında Güneş, kendini daha iyi hissetmiş. Yorgunluğu azalmış, üzerindeki ölü toprağı kalkmış. Ancak bu gücün ve kuvvetin de, aynı tersi durumlar gibi olağan bir durum gibi görmüş. Ardında neden aramadan.. ve kendine hayran kalanları, bakıp imrenenleri aramış çevresinde. Bulut’a seslenmiş:
“Ey Bulut! Neden güzelliğimi görmek isteyene perde oldun? Bırak peşimi! Görmek isteyenlere mani olma! Var olduğumu onlar sayesinde hissediyorum…”

Bulut, bu seslenişe derin bir iç çekmiş, içerlenmiş de…
Kalakalmış olduğu yerde. Güneş de bundan istifade hafifçe sıyrılıp yine görünür olmaya başlamış. Onu görenler yine başlamışlar uzun uzun bakıp iç geçirmeye, imrenmeye, kıskanmaya ve hayranlıklarını dillendirmeye. Güneş kendini daha da güzel hissetmiş, bu durum hoşuna gitmiş ve hayran bakışların aldatıcı güzelliğiyle doymaya başlamış: ‘Anlık’

Sonra Bulut’a tekrar seslenmiş: “Ey Bulut! Bak bana ve cevap ver! Neydi bu histen beni mahrum bırakmak istemen?”
Hem meraklı hem de umursamaz tavırla.

Bulut bu durumun acı yanını sinesine çekmiş, emin ve net bir seslenişle:
“Ey güzeller güzeli Güneş! Ben seni hiç görmedim. Görmek de istemedim. Aldanırım güzelliğine, güzelliğinin perdesi çekilir gözüme de, içindeki hakikati göremem diye…
Ben sana bakmaya kıyamazken, güzelliğini anlık bir doyum için yem olarak görmek istemezken, seni öyle anlık doyumlarına yem etmeyi sindiremedim içime…
İçinde hakikatin sımsıcak güzelliği var. Bunu, içimdeki yoğunluğu ısıtışındaki kudrette hissettim. Benden damlayan ve rahmet diye anılan damlalar gibiydi…
Seni, içindeki hakikatten sevdim. Görmeden, vâr olduğunu bilerek. Vâr olman yetti bana. Sana da yetsin istedim. Bu yüzden kendine gel diye gözlerden uzak tuttum. Ancak sen, varlığını sonlu olanlarda aradın.
Sana verilen ışıltı ve güzellik sergile diye verilmediğini ‘Anlamadın!’
Vazifelendiğin şu kısa hayatta vazifeni yerine getir diye yaşadığını ‘Anlamadın!’
Geçici heveslere kapıl, zaten sana ait olmayanlarla gösterişe kapıl diye verilmediğini “Anlamadın!’
Tüm bunlar zamanı gelir ve yok olur, giderler. Sana kalan ise, verileni hakkıyla kullanıp kullanmadığın olur. Bunu farket istedim ancak sen geçici olmayı değerli gördün ve artık benden de çıktın. Benim için var olduğunu bilmek de yeterliydi.
Şimdi uzaklaşıyorum. Farkına varamadığın varlığın bir şekilde bana ulaşacak ve bunu bilmek bana yetecektir…” diyerek uzaklaştı…

Güneş ise, Bulut’un biten sözlerinin defalarca başa sargısını sonlandırdı ve yineledi durdu öyle, ardından bakakalmış şekilde…
Sonra dönüp, onu izleyenlere baktı. Onların hiçbiri varlığını hissettirmiyordu ki, bakarak ve bakıp doyarak Güneş’in varlığını hissediyorlardı. Onlar kendileri için, hevesleri uğruna yaşıyorlardı. Bakmaya doyan gidiyor, diğeri geliyordu. Bakanı çoktu ama hiç kimsesi yoktu…

Hayran bakan gözler, iç geçiren nefisler ve keşkelenen diller. Ardı arkası kesilmemiş. Güzelliğini sergiledikçe, yorgunlaşmış ona değen gözlerle, gücü düşmüş ve anlamış; “Bana iyi geldiğini düşünmüştüm. Ancak ardından gelen kötü halimin sebebini şimdi anladım. O gözlerin ağırlığını taşımak zor…”

Hevesi kaçtı, içi darlandı Güneş’in. Bakanların ise durumları aynen devam etti, ardı arkası kesilmedi….

Vâr olduğundan beri gücünü kendini sergilemekten başka birşeye kullanmayan Güneş, içine doğan bir kıpırtıyı izleyerek, tüm gücünü parlamaya vermiş, verdikçe güçlenmiş, uzun bakanı kör edecek ışıltısı her geçen gün daha da, daha da artmış. Artık ona bakma cesaretini kimse gösterememiş ancak, bakmadan varlığına sevinenler artmış bu sefer de. Tabiat ısındıkça, ısınıp yeşerdikçe varlığını hissetmişler Güneş’in ve bu his onlara yetmiş göremeselerde. Yetinmeyi bilmişler…

Güneş ise, hakiki varlığını hissettikçe sonsuz bir güce, parlaklığa ve sıcaklığa ulaşmış. Sonra Bulut gelmiş aklına, daha belirgin.

Kaybetmişti onu ama hakikati bulmuştu. Kaybettiğini düşünmeyi bırakıp, var olduğunun yeteceğini düşünmüş ve bu ümitle onu anmıştı…

Tam o sırada Bulut, artan ısının ve aydınlığın varlığıyla, Güneş’in özünü bulduğunu hissetmiş. İçten içe, hissettiği hakikatin gün yüzüne çıktığını görünce ondan güç almış ve daha güçlü ve daha dikkatli yaşamaya başlamış, birbirine destek iki yoldaş gibi.. ve ümit etmiş Bulut da; “Belki birgün yine birlikte oluruz” diye…

..ve o bir gün gelmiş, bir araya gelmişler. Bir araya geldikleri yerde muazzam bir etki de beraberinde gelmiş. Her ikisi de en güçlü ve kudretli hallerinde.

Bulut, yine bakmaya kıyamamış ama içindeki yoğunluğa vuran sıcaklığın artışını farketmeden ve sevmeden de edememiş. Güneş de, Bulut’un onu koruyup kollamasını ve kıyamayayışını sevmeden…

İşte o günden beri, Güneş ve Bulut bir araya geldiğinde ortaya hayranlık uyandıran güzellikler ortaya çıkarmış. Ancak görenler diyemezmiş ki, “Bu güzellik Güneş’ten yada Bulut’tan”.

Onların güzellikleri, birliklerindenmiş…

« »