Önsöz
Yine bir rüya!
Ahh!!
Bu kaçıncı?
Bir, üç, beş; evet beş oldu. Yaşadığıma yemin edebileceğim kadar gerçek ve hislerimi alt üst eden beş rüya, beş yıl boyunca aynı tarihte gördüğüm, görmek tabiri az kalır; yaşadığım beş an ve bende bıraktığı izler…
Aldığım kokular, hissettiğim sıcaklıklar, kulağımdan gitmeyen sesler…
Kafayı mı yedim?
Hepsi yaşandı mı yoksa sadece birer rüya mıydı?
Yoksa rüya olacak kadar güzeldi de, gerçekliğine mi inanamadım?
Hayır!
Rüyaydı!
Çünkü her birini gördüğümde, peşinden gittim gördüklerimin. Aradım içindekileri. Ortamı, yaşadığım o toprakları, kadınları aradım. Elbette bulamadım. Aramam bile saçmaydı ama aradım…
Beş yıl önceydi. Pek çok şeyden uzakta yaşamaya karar vermiştim. Alabildiğince yeşil örtü, dağ ve toprak kokusu, sessizliğin sesi olan bir yerde yaşam kurdum. Herşey, az çok planladığım ölçüde devam ediyordu. Ta ki, bir sabah bambaşka bir hayatın yaşanmışlığının ağırlığını, üzerimde hissedene dek. İşte o günden sonra ne sakinlik, ne de kendi halindelik kaldı. Yaşadığım ortam bunları sunsa da, içimde yaşadıklarım ortamın sunduklarını yaşamama engel oldu. Olduğum yere aykırı bir ruh haliyle başladım yaşamaya…
İlk gördüğüm rüyada, bir kadının gözlerinin ve sesinin çekiciliği ile cezbedilmiştim. Uyandığımda bu cezbeden insanı bulamayınca afallamıştım. Kendime geldiğimde ise, kendim olmaktan çıkmış gibi davranmaya başlamıştım.
Bana, “Neden zihnime misafir olmaya geliyorsun aklına estikçe” demişti.
Kimin zihnine misafir olabilirdim ki, aklıma estikçe hem de. Bu tanıdığım biri olamazdı. Çünkü onun zihnine misafir oluşum, zihninde yer etmişliğimin sonucuydu. Tanıdığım biri olsaydı hatırlardım hem.
Tanımadığım o kadını aramaya başladım.
Saçma, evet!
Ancak, o zaman saçma gelmedi ve düştüm peşine.
Rüyamda gördüklerimi detaylarıyla yazıp, defalarca okuyup, bana yol gösterecek bir ip ucu aradım. Belki, benim göremediğim birşey vardır diye de, etrafımdakilere okuttum. Okuttuklarımın çoğu kendilerince fikir verdi: “Altı üstü rüya, bak hayatına. Ne kadar da taktın kafaya”
Ben yine de, aradım durdum. Aradım da ne oldu? Bir sene boyunca saçmalamaktan başka birşey yapmamış gibi hissettim. Kabullendim saçmaladığımı; her ne kadar karnıma ağrılar sokan, kalbimin atışını bozan o gözleri ve sesi yaşadığımı iddia etsem de…
Nerden de kabullendim ki zaten(!)
Ertesi gündü. Gün daha ağarmamış ama sabah olmuştu. Bir rüyanın daha ağırlığıyla uyanmıştım.
Yine aynı ortam, dağların arasında vadiye bakan bir yerde, papatyalar içinde ama bu sefer başka bir kadın. Geçmişteki rüya devam eder gibiydi ama başka biri vardı. Bu sefer ki, bir mesaj içeriyordu.
Rüya sürecinde yaşadıklarıma itafen, “Bakışlarındaki etkiyle, sanki aydınlığım, nefesim sadece ondaymış gibi hissedip, bir farkındalık yaşadım: “Bir faniye, yaşamımın devamı için gerekli unsurları yüklemek saçmalıktı”
Aşırıya gitme mesajı vardı ama o gözleriyle olan temasımda, sanki görünmez bir veri aktarım bağı vardı aramızda. Uyandığımda ise fazla yüklenmişliğin ağırlığı vardı üzerimde. Dilimde ise mırıldandığım birkaç kelime: ” Seni fazla düşünüyorum”
Bu sefer de, o gözlerin peşinden gittim. Tüm gördüklerimi yazdım, önceki yazdığım rüya detaylarıyla birleştirdim. Sonunda bir bağ bulur ve bir yere yönlendirilirim dedim. Aradım, taradım ama yok.
Aptalım ben!
Gerçekten aptalım…
Rüya ya hu, rüya!
Git bak internetten manasına, devam et yaşamaya. Hasta mısın sen ki, rüyandakileri arıyorsun. Kafayı yemiştim sanırım.
O zamanlar, heyecan mı arıyordum yoksa oyalanacak birşeyler mi,
bilmiyorum.
Bir rüyanın peşinden koşacak psikolojideydim işte.
Sonuç ne?
Hiç!
Evet, birine ulaşamadım, aradığımı bulamadım ama bu süreçler pek de anlamsız değildi. ‘Kendi halime kalayım’ diye düşünüp sıyrıldığım ortamların tam içinde oldum. Envai çeşit insanla da muhatap oldum. Belki de kendi halimde kalmamam gerekiyordu ve saçma gözüken bu süreçlerin içine dalmıştım. Arayışımı sürdürmek için, uzak kaldığım herşeyin içindeydim.
Bu süreçte çok insana dokundum. Destek olduğum, yol gösterdiğim, aynı şeyleri gördüğüm insanlar tanıdım. Tanıdığım insanlar, hayatlar arttı her geçen gün. Etkileşimim, hayatımın en üst seviyelerindeydi o dönemde. Her ne kadar, bir rüya peşinde koşacak kadar aptal da olsam, diğer yandan aksini iddia edecek nice insanlar bıraktım geçmiş hayatımda…
Zaman geçti, elimde rüyayla alakalı birşey yoktu ve yine bir sene geçmişti. Gece uyuyamamıştım. İçim darlanmıştı. Uyuduğumda sabaha yakındı. Öğlene yakın ise uyanmıştım. Yine afallamış şekilde açtım gözlerimi. Gözlerimi açmam, afallamama sebepti aslında. Yine en gerçek hislerden uyanmış gibiydim. Ama bir anda dikildim yatakta ve tarihe baktım. Baktığımda ise birşeyi farkettim. Bu tarih, geçen iki yıl da, gördüğüm rüyaları kaydettiğim defterdeki tarihti. O gün de aynı yoğunlukta bir rüya. İşte bu, kafamı daha da karıştırdı. Bu sefer ki, tarih olayını farketmemden dolayı daha ağır geldi…
Uyandığımda kokusu burnumdaydı. Yemin ederim ki o koku, burun kıllarıma yapışmış da her soluk aldığımda taze taze kokusu vuruyordu burnuma.
“Kafayı mı yedim ben” diye düşündüm.
Bana doğru yürümesi, yürürken yakınlaşan gözler, ardından esen rüzgarla gelen sıcaklığı ve kokusu, yalın ayaklarının pembe tabanları, gerisinde bıraktığı izler, her detayı karnıma ağrılar sokacak kadar gerçekti ama uyandığımda yoktu yine.
Saçının örgüsü, örgü aralarındaki papatyalar, sarılması, göğüs kafesimdeki ezilme, kalbinin atışını göğsümde hissetmek…
“Ben bunları daha önce yaşadım mı acaba” diye düşündüm de. Bir kazada hafızamı kaybettim de, o anılar geri mi geliyor rüyalarımla?
Bunları bile düşündüm.
Tüm gördüklerimi detaylarıyla yazdım. Bir süre üzerinde düşündüm. O tarihi de düşündüm ama birşey bulamadım. Bu sefer, diğerlerine nazaran üzerine fazla düşünmedim ama bir sonraki sene aynı tarihi beklemeye başladım. Bu sefer, hazırlıklı olacaktım ve rüyamın tadını çıkartacaktım.
O gün geldi çattı. Beslenmeme dikkat ettim, yedim ama rahatsız etmeyecek kadar. Çalıştım ama pestilimi çıkarmayacak kadar. Sadece görsel ve işitsel değil, tüm duyularımı aktifleştirecek şekilde geçirdim günümü. Yatarken oda sıcaklığını ayarladım. Üzerimde rahatsız edecek herşeyi çıkardım. Bol ve rahat giysiler giydim. Yatak çarşaflarımı bile değiştim. Özel bir randevuya hazırlanır gibi hazırlandım ve girdim yatağıma. Fazla zaman geçmedi uyanık halimle, uyumuşum…
Göğsümdeki baskısı, sıcaklığı, sarılmanın etkisiyle devam ediyordu. Saçlarına dokundum. Parmak uçlarım saç tellerini hissetti, ipek gibi. Örgüsünü çözdüm. Çözerken yayılan kokusu da, ciğerlerimde bayram sabahı heyecanı yarattı.
Sırtımda dolaşan avucu, parmak uçları irkilmeme sebep oldu. Bu sefer rüya daha uzundu sanki. Birlikte bir papatya bahçesi yapmaya karar verdik ve yaptık da. Anneme çocukluğumda minik ellerimle kopardığım papatyaları verişimdeki, annemin gözlerinin ışığı ve gülüşünün güzelliği detayına kadar paylaştık birbirimizle. O kadar uzun geldi ki rüya, sanki artık hayatım rüyamdı.
Kadının gülüşü, gülerken gözlerinin kısılması, papatyaları dikerken topraklanan avuçlarını burnuma dayaması ve dayadığındaki koku, sıcaklık, ahh!..
Şu dünyada tadamayacağım şeyler gibi ama gerçek gibi, tattığım hissi…
Uyandığımdaki keyif, gözlerimden ve tebessümümden okunurdu, tabi yanımda biri olsaydı okurdu ama ben yüzüme yansıdığını biliyordum. Arayıp bulacağıma inanmadığım, ardında bir mesaj da aramadığım rüya sadece ve keyfini sürdüm. Uyanınca da o tatları uzun süre hissettim. Yine her detayını yazdım ve bu sefer de şunu düşündüm:
“Herşeyden uzakta bir yaşam sürme niyetindeydim ama uzak durmamam için bir ön gösterim gibi oldu rüyalar. “Uzak durma ve sana verilen duyguları tat” der gibi bu rüyalar…”
Ama neden bu tarih?
Orası hala belirsiz…
Yine tam bir sene, rüyanın tadı damağımda geçti ama daha sakindim. Rüyamı aramadım. O ortamı, kadını, papatya bahçesini aramadım. Sadece zaman zaman o hisleri anıp tebessüm ettim. Zaman zaman da yazdığım tüm rüyaları okudum. Geçen senelere dönüp baktım. Bambaşka hisler ve düşünceler de beraberinde geldi tabi…
Yine sene doluyordu. Rüya gecesinin günündeydim. Biraz heyecan vardı tabi. Anlatsam kimsenin inanmayacağı ya da dalga geçeceği bir ritüelim vardı. Günümü hazırlanarak geçirdim, yine özel bir randevuya hazırlanır gibi ve geçtim uykuya…
Uyandığımda sağnak yağmurun, evin sacında çıkardığı ses vardı. Beş yıldır yaşadığım dağ evinde, ahşabın kokusu ve yağmurun şiddetli sesiyle uyandım, yine etkileyici rüyamdan. Tüm rüyaların da ötesinde, gerçek yaşamımı rüya yerine koyacak gerçeklik ve hisle, sanki koca bir ömür geçirmişim gibi…
Yine bir başka kadın ama yaşamımı sürdüğüm bir kadın. Gerçek hayatta tanımadığım, rüyamda ise bir olduğum kadın. Tüm geçmiş rüyalarımın da sahibi gibi ama o kadınlardan farklı. Diğer yarım olan kadın, hayat arkadaşım, sırdaşım ve yoldaşımdı. Hisler genel olarak böyleydi. Rüyada herşeyi yaşamasam da, yaşanmışlık hissi içe yerleşmişti bir kere. Tam bu hislerin içindeyken, kaybettim kadını. Bu sefer de rüyamda aradım, durdum, bulamadım. Bana bir not bırakmıştı:
“Ben öldüm, sen yaşamaya devam et”
Gerçek yaşam gibi, günler aylar geçirdim rüyamda. Yaşlandığımı bile hissettim. Çaresizliği de. Oysa uyansam hepsi geçecekti ama o çaresizlik bile başka güzeldi. Sonunu beklemeye değerdi. Öyle de oldu…
Kadın geldi, “Ölmedim yaşamaya devam edelim” demişti düğümlü boğazından çıkan kelimelerle, göğsüme akıttığı yaşlarla, sımsıcak bedenini göğsüme yaslandığı sırada…
Rüyamda yaşadığım o kaybı ve kavuşma hissini, gerçek yaşamımda hiç tatmadım. Rüya bile olsa, iliklerim hissetmişti. Tüm bunlar neden hissedilmişti?
Başlarda aradım, durdum. Olmayınca keyfini sürdüm. Yaşamımda yıllar geçti, ben ise rüyalardan geçtim. Sonuçta ne oldu?
Gerçek hayatta elimde hiçbir şey yoktu. Tüm bunlar, belki de hiç yaşayamayacağım duygulardı ve rüya bile olsa yaşadım ya da yaşamam için özendirici süreçlerle, beni, olması gerekene doğru yönlendiren vesilelerdi. Bunu ilerde göreceğim ancak şunu anladım ki; “Ben artık gerçek hayatımda yaşamak istiyorum bu duyguları. Uyandığımda bitmediğine şahit olmak istiyorum. İyisiyle kötüsüyle…
İşte tüm bu anlattıklarım, “Papatyalara baktı güzel kadın ve” hikayelerinden oluşan kitabımın ön sözüne yazmak istediğim olaylar örgüsüydü. Kitabın çıkmasına vesile olan rüyalar ve geçen seneler sonra, gerçekten yaşanmışlık hissi veren hikayeleri, sizlere sunuyorum. Böyle ‘Önsöz’ de olur mu demeyin! Rüyaların peşinden koşan adamın önsözü de ancak bu kadar olur.
Bu arada!
Neden hep aynı tarihte rüyaları görüyorum diyordum ya, nedenini bilmem ama birşeyleri farkettiğimden emin olduktan sonraki sene aynı tarihte görmedim rüya. Artık amacına ulaşmıştı sanırım. Tarihin anlamını bilmiyordum ama kitabımın basıldığı tarihi farkettiğimde anladım. Tüm bu sürecin hikayeleştiği kitabımın çıktığı tarih oldu, anlamı…
…..
1. Bölüm
Papatyalara baktı güzel kadın ve dudak kıvrımlarını keskin hareketlere sokarak, “‘Papatyalar’ diyorum bayım! Neden bu kadar güzeller ki.. ve siz, siz neden zihnime misafir olmaya geliyorsunuz, aklınıza estikçe?” dedi, hafif esen rüzgarın kokumuda yanına alıp benden önce onu sararak, varlığımın farkına vardırmasıyla. Arkasında sessizce çiçeklere bakışını izlediğimi anlamıştı ve dedim ki ona: ” ‘Papatyalar’ diyorsun hanım! Güzeller diyorsun. Evet gerçektende çok güzeller. Ayrıca daha da güzelleştiler sen onlara bakınca. Hani güzel baktın ve güzel gördün ya…
Onlar da aynı şeyi söylüyordur eminim, öyle güzel bakan gözleri görünce: “Ne kadar da güzel gözleri” diye…
Ve dediğiniz gibi hanım, aklıma estikçe zihninizdeyim. Birisi, “Eğer birini düşünüyorsan, elbet o da seni düşünüyordur” demişti. Doğrumudur bilinmez, ancak bunlar güzel kelamlar ve gelen güzel duygular…”
Sözlerimi bitirdiğimde, tatı tatlı gülümsemesine kaymıştı gözlerim ve sonrasında aniden gözlerine.
İşte ozaman papatyalara hak verdim, öyle güzel bakan gözleri görünce…
2. Bölüm: “Sonraki 15 saniye”
Artık, yekpareydim o gözlerde. Madden dokunulur, koklanır halde, karşımda olmadığı halde, biliyordum.. biliyordum, zihnimde ayıramayacaktım gözlerimi o camı temiz pencereden, gönlündeki temizliğin yansımalı gerçekliğinden…
Bir ara düşündüm, “Acaba o temiz duygular birbirimize bakarken, gözlerinde gördüğüm kendimle, onda yarattığım etkiyle bir alakası var mıdır?” diye. Bir an öyle kapıldım ki, sanki aydınlığım, nefesim, sadece ondaymış gibi hissettim. Saçmaladım tabi. Bir faniye, yaşamımın devamı için gerekli unsurları yüklerken, bence saçmaladım. O, zaten işleyen hayatımda sadece vesile olurdu. Onu yaratana ulaşma arzusuyla yanıp tutuştuğum bu sonlu yolda, şükre neden olurdu, inancımı desteklerdi, böyle etkili hislere neden olabilecek bir yaratılışla karşımda olduğu için…
Tane tane çıkardığı kelimelerle, soft bir müzik hissiyle seslendi bana. Sesiyle okşadı, biraz ilgi verdi, sevecenliği es geçmedi.
Sesler geldi bana. Ancak bütün değildi. Önce sesinde hissettiklerimi duydum. Sonra kitlendiğim gözlerindeki yansımamı gördüm. Bunun bana özel, ince ince dokunmuş bir an olduğu hissediliyordu.
Aniden irkildim. Anlam veremedim başta ama sıyrıldım, o an olduğum yerde yaşadığım başka duygulardan sıyrıldım ve döndüm gerçeğe, maddemin olduğu yere. Bir savunma sistemi gibi, ondan savunuyordu beni. Düşüncelerimin dudaklarıma serpilmesini engellemek içindi sanki. Hemen dudaklarıma odaklandım. Hislerimi oraya yoğunlaştırdım. Evet! İçim rahatladı. Birbirlerinden hiç ayrılmamışlardı. Dudaklarımı bıraktığım gibi bulduğumda anladım. Biraz rahatladım, iç güdüsel. Anlamak istedim, neden rahatladım? Onun bilmemesi mi gerekiyordu, zihnimde yaşattıklarını? Bilse ne olurdu? Hisler de içimden, savunma da içimden. Ben yaşayayım ama yaşatmayayım mı acaba? Ya da zamanı değildi. Dudaklarım da zamansız ele vermemişlerdi beni…
Herşeyi bir yana istiflediğimde, sesler anlamlaştı, netleşti zihnimde;
“Ne düşünüyorsun bayım?”…
“Ne mi düşünüyorum? Bilsen ne değişecek bilmiyorum ama seni fazla düşünüyorum. Bunu gözlerimde görebildin mi sen de?” diye mırıldandım, dudaklarımı dahi kımıldatmadan…
3. Bölüm: “Kokun!”
Dudaklarım kımıldadı, arkasına vadinin derinliğini almış, bana doğru yönelişinin ilk adımını atacakken, vurup geçen rüzgarın, sırf beni mest etmek için olduğunu algıladığım ani okşayışının hemen ardından…
Havayı öyle çektim ki içime, seve seve geçti solunum yollarımı. Dudaklarımdaki kımıldama da, içime dolanı dışarıya vermeden, bütünümdeki etkisine itafen, tebessüm içeriyordu, çok hafif, etkilenmiş ürpertisini yaşamaktan memnun
Gözlerim ise kımıldamadı, olağan kırpmalar dışında. Tebessümüyle, tebessümümü üstüne aldığını belli ediyordu Kadın, haksız da değildi. Onu kokluyordum, onaydı tebessümüm. Ne koktuğunu biliyor muydu acaba? İlginç olan da bu ya, “Bir kadın, kokar mı hiç Papatya?”…
Adımlar.. ceylan sekmesini andıran ama ağır; yalınayak, parmak uçlarında, toprağa dokundukça dokunmamış algısı veren, yarım ayak izleri bırakan narin adımlar, çoğalıyorlar…
Ard kısmındaki çoğalan adımlar, yaklaştığının kanıtı olsa ne olurdu ki? O kadar kanıt var; gözler yakınlaşıyor, koku artıyor, bir sıcaklık esiyor; sıcaklık sanki bana yapışıp kalıyor. En maddi kanıt ise çoğalan yarım ayak izleri…
Kanıttan çok ne var? Hangisini istersen kullan ve ikna ol, yakınlığınızın artacağına…
Çok sıcak oldu. Akşam üstünün serinliğini bastıracak, bu sıcaklık da neydi? Dolaşım sistemimin bana sormadan, sakin heyecanımı arkalık alarak yaptığı bir etkiydi sanırım. Bana yakınlaştıkça, aldığım oksijenin, kalbimin işlevine yetersiz kalması sonucu, vücudumun serinliğini kaybetmesindendir bu sıcaklık; herzaman eşi bulunmayacak, heyecanlı sıcaklık…
Yakınlaştıkça büyüyordu gözümde. Tüm etraf ise görünmez geliyordu. Gözümü kör ettiğinden değil elbet. O an için başka bir yere bakmıyordum, başka birşey aramıyordum. Vâr olanın keyfini sürüyordum, okadar…
Ancak yakınlaşma sürecinin sonuna gelindiğinde, istenmedik ota söylenir ama istediğim ot gibi düşünelim; burnumda bittiğinde, ne yapacağımı düşünmedim. İçimde fırtına vari hislerden bir paket mi sunmalıyım, yoksa o anki doğal düzene aykırı olarak kafamı çevirip, his ve düşüncelerimi bir süre bastırmalı mıydım? En iyisi birşey yapmayayım da, akışında ilerlesin, herzamanki gibi…
Neyse ki, daha vakit var. Yanı başıma kavuşmasına daha birkaç adım uçsuzluğu var. Bu uçsuz dilimde, gözlerimi olmasa da, algımı, bir süreliğine etrafıma yönledirdim. Neredeydim ve ne yaşıyordum?
Güneş en son, Kadın’ın bana yönelmek için attığı ilk adımından önceki son göz kaçırışında, soluna çevirdiği başının arkasındaki ışığın da etkisiyle oluşan profil silüetiyle yer etmişti algımda.
Güneşin batmasıyla, akşam çisesi de hissettiriyordu kendini. Çise yağdıkça, ısınmış tabiatın serinlerken buram buram bıraktığı koku, vadinin en derininden süpürerek yükselip Kadın’dan da parçalar toplayarak hafif hafif vuruyordu, sevip geçiyordu…
Kuşlar, akşam sohbetine başlamış, harareti arttırarak devam ediyorlardı.
Tüm tabiat akşam hazırlıklarını yapıyor, dinginliğe yollanıyordu. Bazıları ise gece nöbetine çoktan başlamıştı; kurbağa, cırcır böceği…
Tüm bu an bütünlüğü, hisler ve akabinde duygular; belki onlardı ânı fazlasıyla ısıtan, bizi birbirimize yakınlaştıran; doğal düzeni kabul etmemiz, ayak uydurmamız, akıp gidene karşı gelmeyişimizdir belki de…
Adımlar.. tükeniyorlar…
İzler.. çoğalıyorlar…
Biri biterken, diğeri artıyor. Yine bir düzen…
Arkamda ellerimin rahatça kenetini, başımın hafif sola eğimini, sever gibi hafif kısık gözlerimi ve güven veren tatlı tebessümümü bozmadan, hafif bitişik olan ayaklarımı, sağ ayağımı sağa çekerek ayırdım. Bunu zoraki bir hareket olarak değil, gelişen yakınlaşmaya istinaden yaptım sanırım. O yaklaştıkça başımın sola eğimini bozmadan hafifçe yukarı doğru kaldırıyordum.
Hareketler bitti; adımlar son noktasına ulaştı, başım ise yeteri kadar doğruldu. Ne kadar da büyük ve net, göz bebekleri. Ya beni daha iyi görebilmek için ya da aşk duygusuyla baktığı için. Bunu bile sorguladım, o saliselik dilimde.
Âna dönelim…
Tebessümlerimiz, sanki aynadaki yansımalarımız.
Sağ elini, döngüye aykırı olmayacak doğallıkta başının arkasına götürdü ve başını yarım sola döndürerek saç örgüsünü, sağ omuzundan sarkıttı önüne. Cilve gibi gelmedi hareketi. Dedim ya, “Döngüye aykırı değil”. Belki de, doğal cilve…
Örgüsünü ve üzerindeki detayları görünce, “Kokun!” diyebildim, konuşmak için ciğerlerimde kalan hacmi yetersiz son havayla. Sözlerime devam edecektim ki, kollarını, arkamda kenetli olan kollarımla bedenim arasındaki boşluklardan geçirerek, sırtımdan yukarı sürünen avuçlarını, sağ ve sol kürek kemiklerime dayadı. Başını ise sağına çevirip, sağ göğsüme usul usul yasladı.
Koku yoğunlaştı, saçındaki örgünün her boğumuna yerleştirdiği papatyaların kalan canlarını en güzel şekilde tüketişiyle. Örgüsüne eşlik eden papatyaları gördüğümde, “Bir kadın, kokar mıydı hiç papatya?” sorumun etkisizliğini dahil ettim, vâr olan tebessümüme…
“Kokun!” diye başlamaya niyetlendiğim sözler, dindi. Ne diyeceğimi de unuttum. Sözler için almaya yeltendiğim soluğu, kokunmak için kullandım, uzunca…
Sonrakiler göğsümdeki başını ufak hareketlerle ileri geri götürecek kısalıkta devam etti.
Gözleri kapalıydı. Ona bakmaktan aldım gözlerimi ve vadiye, vadinin derinliğine ve kararmak üzere olan muazzam örtüye daldım, gittim. Soluk almayı kesmeden ve kokuyla dolana dek…
4. Bölüm: “Sarıl..!”
“Hiç istifini bozmadı.. ben de öyle…
O, göğsümde, duyduğum huzuru kokluyordu; ben ise sağ omuzundan arkasına aldığım örgüsünü tek tek çözerken her boğumundan çıkan papatyadaki onu ve vadiden gelen günün sürpüntüsünü…
Örgülerini çözdüm…
Çözüşüm masaj gibi mi geldi bilmiyorum, soluğu uyur gibiydi. Sakinliği belli. O da severdi ben gibi, saçıyla oynamasını…
Hafif hafif, başının tepesinden sırtına doğru sallaya sallaya açtığım saçları kabardı.
Akşam çisesi bastırmıştı. Yükselen basınçla kokular daha da belirginleşmişti. Hemen çenemin altındaki başından da o koku yükseliyordu. Tenimin uyduğu o koku.. ten uyumu…
Sol göğsüme yaslanan başı hiç istifini bozmuyordu. Sağ ve sol kürek kemiğimdeki avuçları, belime inmiş, parmaklarını birbirine kenetlemişti. Yerini sağlama almıştı…
Birbirimize dayanmıştık. Birbirini destekleyen ama güç kullanmadan ayakta duran bedenler.. ayaktalar…”
O sıra Adam, vadide yanan ilk hanenin ışığına gözleri dalmış, zihninde kıymete değer bir güne gitmişti:
“Burayı temizleyelim de, papatya dikelim. Su içerken kokuları vurur burnumuza, belki her orada bulunduğumuzda, evladın başını okşar gibi, birer avuç su serperiz diplerine.. ihtiyacı olmasa da, varlığımızın kanıtı olarak…
Hem, sen vadiyi izlerken onlara da bakarsın.. seversin güzeli, güzel görmeyi, bakmayı…” demişti Kadın, vadiye bakan ve kendi topraklarının üzerinde, su ihtiyacı olanın ihtiyacını karşılasın diye duran musluğun yanındaki çeşitli otlarla çevrili ufak toprak parçasını, gözlerini normalden fazla açarak ve kafasını boynundan hafif bir hareketle ileri götürüp işaretleyici bakışlarla göstererek…
O vadinin, Adam için kıymeti vardı. Her dağa çıktığında, topraklarına ilk ulaştığı yerde onu karşılayan o vadiydi. Önce derinine bakar, derin derin koklar ve yoluna devam ederdi. Kadın bunu, Adam’ın oradaki halindeki farklılığı sezerek anlamıştı. Herşeyi açıkça söylemeye gerek yok çokça. Hislerine kavuşan, hisseder…
Kadın’ın da içinden, papatya dikmek gelmişti. Aslında içinden gelmesi de ayrı bir hikaye!
-Adam, papatya görünce; minik ellerinde annesinin gülen gözlerine uzanan papatyaları görüyordu.. ve dahası tabii bu hikayede…-
Kadın da düşünmüştü ki: “Huzuru bol olsun…”
Adam, “Bana yardım et de, beraber dikelim!” dedi Kadın’a. Anısı olan şeyleri severdi Adam. Papatya isteğinin nedenini anlamış, bu huzurlu anıya Kadın’ı da dahil etmişti…
Kadın, resim çizmeyi severdi ve çokça da çizerdi. Daha önceleri derin bir zihinden, hayal gücünün ötesinden berisinden çizerdi. Bir zaman geldi işte, Adam’la yolları kesişti, O’nu yaşadı. Yaşayınca, en güzel kurgunun yaşadıkları hayat olduğunu O da hissetti, inandı…
Adam’dan beri en güzel kurgu, yaşadığı hayattı.. O’na dokunan hayatlardı…
O gün de yaptıklarını; Adam’ın O’nun için yaptığı, vadiyi seyrederken çizim yapabileceği, kendinin de hemen yanında el işleriyle uğraşabileceği camekan atölyede çizimine yansıtacaktı. Etkilendiği her anda yaptığı gibi…
O gün de yansıtacağı aslında, aralarındaki en büyük bağdı. İkisinin de elleri topraktı. Aralarındaki bağı sağlayan, özün parçasındandı.Toğrağa dokunmak, birbirlerine dokunmaktı…
Adam, toprağın üzerindeki çeşitli otları temizliyordu. Bir yandan da tanıdıklarını Kadın’a anlatıyordu…
Kadın da, narin ve hafif pembe rengi avuç içlerini önce toprağa değdirdi.. bir ürperdi, akışı hissetti. İstemsizdi tabi başını göğe kaldırması ve olduğu andan bir an için sıyrılması.. artık bağlanmıştı.. artık birbirlerine özden dokunmuşlardı, hakikatin ürpertisiyle…
-Bu dokunuş aslında bir başlangıçtı. Yılların nasıl geçtiğini anlamadığı bir günde, işin yorgunluğuyla dinlenirken avuçlarındaki o narinliğin yok olduğunu farkettiğinde aldırış etmemişti. Hala o narin avuçların içini öpen bir Adam vardı hayatında. Narin Adam.. toprak kokan elleri severdi. Sevgisini ise göstermekten geri durmazdı…-
Sonrasında parmak uçları, Adam’ınkileri taklit ediyor, otları temizliyordu. Bildik bir iş gibiydi. Ardından Adam, elinde kazmayla, toprağın dibini üstüne, üstünü dibine getirdi. Tabirle, pamuk hâline büründürdü. Dikmek için en güzel hâle…
Sonra, Kadın’ı yanına aldı ve düştüler yola. Adam’ın hemen sol arka çaprazında, hafif bir uzaklıktan takip ediyordu. Adam, bir yandan çevrede anımsadıklarını ve onlarla olan yaşanmışlıklarını anlatıyordu. Bu süreç, hızlı çekim ama çok şeyi anlatan bir kısa film gibiydi…
Etrafta gördükleri papatya türlerini köklerinden koparıp alıyorlardı.. çeşit çeşit…
Bir ara Adam, sadece kendi soluğuyla başbaşa kaldığını hissettiğinde, çömeldiği yerde arkasına döndü.
Kadın, sessizce elini uzatmış ve uzaktan Adam’ın yüzünü kapatıyordu. Adam, bu duruma tebessüm ederek anlamaya çalıştı ve “Ne oldu?” diye sordu. Kadın ise esprili bir ağızla, “Işığın gözümü alıyor” dedi, ardından avucunun içi Adam’a dönük elini indirdi, gerçekten ışıktan kamaşmış gibi gözlerini kısarak…
Sonra ise, O’na en yakışanı yaptı. Koca koca güldü, gözleri her gülüşünde olduğu gibi kısıldı, gülüşünün hatırası olacak göz kenarındaki kırışıklıklar da belirginleşti. Adam, olduğu yerden huzurla sevdi Kadın’ı.. çok sevdi. Adam’da ki koca bir kahkaha değildi.
Nasıl desem..?
Hani şükür ettiren birşeylerle devamlı karşılaşırız ya; farkedebilirsek tabi; aynı ona olan tebessümle yaklaştı Kadın’ın varlığına. Gözleri hafif dolu, mutlu ve huzurlu bakış birlikteliğiyle.. kısa süre de olsa gözleri göğe kayarak…
Her ikisi de, tebessümlerini yitirmeden, ellerinde çeşitli papatyalarıyla girdiler dönüş yoluna. Etraflarını dokunarak izlemeye devam ediyorlardı, gözler fıldır fıldır, arayış içinde tabii…
Suyun yanına geldiklerinde Kadın, açtı kollarını ve gün batımının son kendine has renk tonlarını yanına alan vadiye doğru, saçları rüzgarda hafifçe sola doğru salınırken ve Adam’ın solundaki varlığının da hissiyle, “Kainata bak! Sanatı başka yerde arama!” diyerek sarıldı dağlara, vadiye, dünyaya; tüm aleme, sadece kendi duyabileceği bir ses tonuyla…
O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki, değil mi..?
“Dikelim artık!”
Adam, seslenişini hemen aldırış eden Kadın’a bir kaç tanesini dikerek, nasıl dikileceğini göstedi. Gerisi Kadın’a aitti…
-Adam da birini iş yaparken seyretmeyi çok severdi. Sanki seyrederken kendi yapıyormuş gibi olurdu. Öyle tatlı bir hissiyat…-
Öylece geçti karşısına ve Kadın’ın işleyişini izledi. Her dikişinde Adam’ın gözlerine bakarak aldığı onayla daha da tecrübe kazandı. Elleri yatkınlaştı. Bunu görmek güzeldi…
Her dikişi severek oldu.. Adam da sevdi her dikişini ve bitti işi. Ellerini burnuna götürdü. Kokladığında gayri ihtiyari gözleri kapandı; başı, koklarken ki yukarı kalkışı yerine getirdi ve bir ürperme aldı tenini. İçten geldi ve sardı. İşte hissetmenin özüne değindi. Ürperdi.. O’na dokundu.. ellerindeki toprakla ve kokusuyla…
Koklarken tat alan tebessümü Adam’a da uzattı. Avucunu burnuna dayadı. Toprakla Kadın’ı kokladı. Unutamayacağı ilk koku.. hep anımsayacağı ve anımsatacağı. Toprakla fazlaca haşır neşir olan Adam, Kadın’ı her an anımsatacak ânı yaşamıştı işte…
Kadın, avucu Adam’ın yüzündeki hali, zihnine huzurla kaydetti. Bu ânı, resmedilecek en güzel kurguyu, hisli temâsı…
Adam’ın dalmış gözlerini ve zihnini geri getiren avuç içi oldu. Hissetmiş gibi Kadın, içinden geldiği gibi sağ elinin avuç içini dayamıştı Adam’ın burnuna. Adam, tek, derin ve uzun solukla, iç çekerek kokladı ve sevdiği o yeri.. ve yine severek öptü. Göğsünde hiç istifini bozmayan Kadın’ın avucuna gelen öpücükle yüzünde beliren mesajı alır tebessümünü Adam, yine göğsündeki o güzel gülüşe ulaşan yüz kaslarının hareketliliğinden anlamıştı.
Kadın, Adam’ın burnundan çektiği avucunu da alarak her iki avucuyla sırtından yukarıya kürek kemiğine doğru yollandı, kendine daha da yakınlaştırdı Adam’ı ve..
“Sarıl..!” diye mırıldandı yarım ağızla…
Adam ise, doladığı kollarının istifini bozmadan, daha da göğsüne bastırarak, çenesinin altında göğsüne yaslanmış kulağına söylendi, Kadın’ın duyunca güven ve güç hissedeceği bir ses tonuyla: “Hiç bırakmadım ki..!”
5. Bölüm: “Diriliş”
Çeşit çeşit papatyalar…
Kimisi yerden bitme, kimisi yerden bitmeye göre selvi boylu, kimisi de selvi boyluya yarenlik eden al yazmalıyı andıran pembe tonlarında…
Burası ‘Papatya Bahçesi’!
Aşkın kök saldığı, bulunduğu bölgeyi sardığı…
Yıllar geçti. Papatyalar büyümüş, daha önce dikilen alan daha da genişlemişti. Önceleri hergün biraz biraz koparılırlardı. Kadın’ın sevdiği ve saçlarındaki örgüye eş ettiği papatyalar, uzun zamandır hiç koparılmadılar. Çünkü, Kadın artık yoktu. Zaten bu hikaye de onsuz geçen günlere…
Adam’la Kadnı, papatyaları diktikten sonra yaşamlarını dağın başındaki arazilerinde sürmeye başlamışlardı. Yaşam her yerde yaşamdı. Olduğun yerde nasıl yaşadığın ise yaşamın manasıydı. Bu papatyalar ve papatyaların olduğu yerden seyredilen manzara öyle güzeldi ki, yaşadıkları bölgedeki insanların da ziyaret ettiği yer olmuştu. İçlerinde küçük ağaçtan tabelalar vardı. Adam atölyede işlemişti, Kadın’la olan unutulmaz anları betimleyen bir kaç kelimeyi.
Birinde “Sarıl!”, diğerinde “Kokun!”, bir diğerinde “Hisset Beni!” yazıyordu…
Olağan günlük yaşamlarına devam ediyorlardı. Günün çoğu, Kadın için camekan atölyesinde çizim yaparak, Adam için ise tarlada ve akşamüstleri o da atölyede ağaçtan el oyması işlerle uğraşarak geçiriyorlardı. Her gün değişmeyen bir adetleri vardı. Olağan günlük yaşamlarını sürerken gün batımı süreci geldiğinde işlerini bırakır papatyaların yanına giderler, hem gün batımını seyrederler, hem de akşam çisesinin eşsiz kokulara vesile oluşunu yaşarlardı ama burayı ilk hissettikleri andaki gibi:
“Kadın, kolları arkasında kenetli olan Adam’ın kolları ve bedeni arasındaki boşluktan kollarını geçirerek, avuçlarını sırtından yukarı sürüyerek sağ ve sol kürek kemiklerine dayayıp, başının sağ kısmıyla Adam’ın sağ göğsüne yaslayarak”
Bu adetleri öyle bir hal aldı ki, hergün yaşanması gereken bir an gibiydi. Gün batımı olmasa, yağmur da kar da yağsa, fırtına da olsa, o anı yaşamak birşeyleri diri tutuyor gibiydi. O âna öylesine sahip çıkmışlar ve sevmişlerdi. Bir yandan da diktikleri papatyalara “İşte böyle sevin!” der gibi de örnek oluyorlardı sanki…
Zaman zaman tartışma yaşasalar, birbirlerine hiç ses etmeseler dahi, vakit geldiğinde ikisi de orada yerlerini alır ve o anı yaşarlardı. Bu adetleri, onları hiç küs bırakmadı. Her gece yataklarına, birbirlerine sımsıkı bağlı girdiler. Mesafeler olmadan.
Birkaç papatya etkisi böyle olabilir mi?
Belki papatya değil de o papatyalara ve o anlara yüklenen anlamlardır. Sonuçta hayatta herşeyin vesile olduğu başka birşey vardır…
Bu adetleri yıllarca sürmüş, onları diri ve birbirine bağlı tutmuş…
Sonra bir gün geldi ve güne yeni uyanan Adam, yatakta gözlerini yarım yamalak açtığında yanına baktı ve boş gördü. Elini gezdirdi o boşlukta. Soğuktu. Kalkalı çok olmuştu muhtemelen derken bir not gördü yastığın üstünde. Eliyle gözlerini ovuşturdu. Yarı yatar pozisyona geldi notu aldı ve tekrar sırtını yatağa düşürdü. Kağıdı açtı ve tek bir söz vardı. O sözü gördüğünde elinde not olan sağ eli yanına düştü, tavana kilitlenen gözlerinin kenarları dolmaya başladı.
Notta şu yazıyordu:
“Ben Öldüm! Sen Yaşamaya Devam Et…”
Tabi buna yaşamak denirse(!)
İlk günler arayabileceği her yeri aramış bulamamıştı. Ailesiyle de görüşmüyordu. Ulaşabileceği bir yol olmadığını anladığında sakinleşti. Ancak bir süre;
Pus gözlerinde,
Belirsizlik zihninde,
Hasretlik gönlünde…
Papatyaların arasında bir tabela daha vardı artık. Tek başına son gidişinde koymuştu papatyaların arasına. Kadın gittiğinden beri ilk gidişiydi oraya ve son da olmuştu.
Tabelada, “Hasret” yazıyordu. Bu tabelayı da atölyesinde artık herşeyi kabullendiği ve yaşaması gerektiğini düşündüğü bir gün, içindekileri döküp olduğu yere bırakıp yoluna devam etmeyi düşündüğü o gün yapmıştı. Ortada hiçbirşey yokken bir anda gitmesi, ona kızmasına da mani oluyordu. Sevgisinden öyle emindi ki. Emindi ayrıca, başka geçerli bir sebebi vardı ancak bunu benimle paylaşmak istememişti. Gitmeyi tercih etmişti. Kızamamıştı yine de. İçinde sadece hasretlik kalmıştı, onu da çıkardı tabelayla tüm o güzel günlerin yanına, papatyaların yanına bıraktı. O günden sonra da bir daha oraya gitmedi…
Bir gün gece ani sıçramayla uyandı Adam. Rüyaydı elbet. “Benim için yaşa!” diye bağırıyordu Kadın’a. Bağırdıkça Kadın daha da görünür oluyordu. Adam daha da güçlü bağırıyordu. Her bağırışında daha da görünür oluyor yakınlaşıyordu. Dipdibe geldiklerinde Adam rüyadan sıçrayarak uyandı…
Rüyanın etkisi de bir süre devam etti. Uzun zamandır görmediği yüzü görmüştü. Hasretliğinde sızıya dönüşmüştü. Yine zaman geçti, dindi, hayat devam etti…
Uzun zamandır bir tane bile papatya kopmamış, çoğalmış da çoğalmışlardı. Adam’ın yalnız geçen günleriyle doğru orantıda artmaktaydı papatyalar da. Papatyalara bakmak, Adam’ın yalnızlığının kanıtı gibiydi…
Bir gün, şafak sökmek üzereydi. Uykudan uyandı Adam. Sakince gözlerini açtı sadece. Yine bir rüyadan uyanmıştı. Çok net hatırlayamıyordu rüyasını. Kafası dolmuş taşmış gibiydi. Tek hatırladığı papatyalardı. Ama enteresan bir detayla. Papatyalar konuşuyordu, “Hasret bitsin gel!” diyorlardı.
Kalkıp pencereyi açtı. Kuşlar güne hazır olduklarını cıvıldıyorlardı. Havada serin ve nefis toprak örtüsü kokusu. Şu sıra akasyaların kokusu arada esen rüzgarla dolaştıyordu kokusunu. Derin derin çekerek kokladı, tadına vardı sonra açık pencerenin karşısındaki sıcak yatağına girdi.
Başını da örtüm yatağın sıcaklığıyla serinleyen bedenini ısıtırken uyuyakaldı…
Gün aymıştı artık, uyandığında. Soluna dönük uyanmıştı. Kadın gittiğinden beri solu boştu. Hem yatağın solu, hem de kalbinin solu. Bu boşluğu kendiyle bile doldurmaya kıyamadı. Elini uzattı sol yanına, gözlerini kapattı, yatağın solunun sıcak olduğu günlere gitmeye çalıştı ama gidemedi. Açtı gözlerini ve doğrulup gün için hazırlandı…
Bulutların olduğu, aynı zamanda güneşin de kendini gösterdiği, zaman zaman birlikte büyüleyici ışık kırılmalarına vesile bir gündü…
“Bugün nefis bir gün batımı olacak” diye mırıldandı kendi kendine Adam, işine devam ederken. Atölyesinde ağaçtan bazı araç gereçler yontup şekillendiriyordu.
Genelde atölyesinde yaratıcı ağaç oyma işleriyle uğraşıyor, hem kazancını elde ediyor, hem de keyif alıyordu. Bugününde papatya saplı bir kaşık tasarlamıştı. İçinden gelmişti kendine göre. Ancak işin yarısındayken aklına rüyası geldi. Konuşan papatyalar: “Hasret bitsin gel!”
Bugün papatyadan gidiyordu. Kaşığı bitirmesi için bir saat daha gerekiyordu.
“Bir saate de gün batımına yakınlaşırım” diye düşündü. İşini bitirip gün batımı için onu çağıran papatyalara gitmek geldi içinden. Onların bir suçu yoktu elbet olanlarda. Daha fazla onları mahrum bırakmak da olmazdı. Onlara artık yeni yaşanmışlıklar, hisler yükleme zamanıydı belki de…
İşi bitti. Kaşığı harika görünüyordu. Hazırladığı kaşık standına itinayla koydu. Uzaktan baktı, işini güzel yapmışlığın tebessümüyle. Sonra çıktı atölyeden. Elleri arkada ağır ağır tırmandı bayırı patika yoldan. Yürürken bolca kokladı etrafı, sesi gelen kuşları takip etmek için arada durdu, dikkat kesildi. Yoluna devam etti. Ara ara durup etrafını izledi. Yolun sonundan ziyade yolu yaşamayı severdi Adam. Sonunda papatyaların olduğu yolda, yolun sunduklarını da yaşadı. Yaşadıklarına dikkat kesildi. Hayatındaki ilerleyişi, yaşadığı küçük süreçlere de uygulardı. Yani hayat bir süreçti. Evet sonu vardı. Sonu da anlamlıydı ancak o anlamı verecek olan yaşam süreciydi. Papatyalara gitmek de yolun sonu ama ona anlam verecek olan patikada geçen süreç. O yüzden de süreçlere fazla dikkat kesilirdi. Birşey kaçırmak istemezdi. Acelesi de yoktu elbet. Doğadayken acele etmezsin. Herşey bellidir. Kuralına uygundur. Ona göre yaşarsın. Bildiğini yaşarsın. Bildiğine güvenle, sakince yaşarsın…
Papatyalara yaklaştı…
Uzaktan bakmaya etrafı incelemeye başlamıştı bile. Gözüne bir kafa takıldı. Küt saçlı ve başının üstünde kırmızı bir kurdele. Buralara gelen giden olur çokça. Adam’ın evinden biraz mesafeli olduğu için gelen giden rahatsız etmez çok yakın kişiler olmadıkça. Muhtemelen bu günü burada sonlandırmanın keyfini sürmeye gelen biriydi. Papatyaların arasına oturmuş bir kadın. Korkutmak istemediği için, daha mesafe varken ayaklarını hafif sürterek yürümeye devam etti ki, ani tepki vermesin. Hiç tepki vermedi ama Adam duyulduğundan emindi. Yanına yaklaştı, karşısına gelerek, göz göze değdi; yemyeşil baygın gözlere bakan, şaşkınlığın nirvanasındaki yemyeşil gözlerle…
Dişlerine baskı uygulamaya başladı Adam’ın kitlenen çenesi. Gözlerindeki şaşkın ifade hiç değişmedi. Vücudu ısınmaya başladı artan kalp atışıyla birlikte. Boğazı kurudu, hatta kuru bir yumruk yerleşti, yutmak istese kayıp gidecek ıslaklığı olmayan. Terlemeye ve kasılmaya başladı. Dudakları kımıldamadı ancak zihni konuşmanın ötesine geçti. Dudaklarına hükmedemeyecek bie güçsüzlük haliyle kaldır karşısında Kadın’ın…
Kadın, dudaklarındaki papatyayı aldı. Boşluğa bakar gibi bakan baygın gözlerden kurtulan gözleri, mana bulmuş gibi özlemin dindiği bakışla bakmaya başladı Adam’a. Yerinde doğruldu. Papatyayı sağ kulağının üstüne yerleştirdi. Bir adım attı Adam’a doğru ve bir adım daha…
Yalın ayak, papatyalar arasında atılan adımlar, yaklaşıyorlar. Ardından esen rüzgar, Adam’a Kadın kokuyor. Soluk aldı Adam. Ezber ettiği kokuyla tüm geçmiş gözlerine hücum etti. Her an saliseler içinde yeniden yaşandı. Hem o geçmiş anılara hem de tanıdık kokuya gözler sulanarak tepki gösterdi. Biraz da kızardı ama yaş olup akmadı. Sulu ve parlak gözler. Beyazındaki kırmızı, ortasındaki yeşile can vermişti…
“Ne işin var burada!” diyemedi. Çene kilitli. Vücut kaskatı. Olduğu yerde tek çalışan gözleri. O da olan biteni sadece seyrediyor…
Kadın, bir karış ötesinde durdu. Durduğu anda vücut sıcaklıkları birbirine karıştı. Kokuları da. İkisi de aynı anda derin derin soluk aldı. Alırken ikisi de gözlerini kapamıştı. Adam bir süre açamadı. Açtığında yok olmasın diye. Kapalı kaldı öyle. Aldığı soluğu çok ağır bir şekilde vermeye başladı. Soluğunun sonlarına doğru temas hissetti ve gözleri açıldı. Kadın, kolları arkasında kenetli olan Adam’ın kolları ve bedeni arasındaki boşluktan kollarını geçirerek, avuçlarını sırtında sağ ve sol kürek kemiklerine kadar sürüyerek sıkı sıkı sarıldı, başının sağ tarafını, Adam’ın sağ göğsüne dayayarak…
İşte o an, barajın kapıları açılmış gibi boşandı gözleri Adam’ın. Boşandıkça, vücudu gevşemeye başladı. Göz yaşlarıyla tüm o kaskati hal yavaşça gitti. Adam’ın göz yaşları, burnunu başına dayayıp kokladığı Kadın’ın saçlarını, Kadın’ın göz yaşları ise Adam’ın sağ göğsünün üstünü ıslatmaktaydı…
Eskiden beri adet edindikleri an yaşanıyordu. Küsken bile yaşadıkları ve bir gün dahi onları mesafeli bırakmayan an, yeniden yaşanıyordu. Adam, başını kaldırdı, gün batımının geride bıraktığı kızıllık, bastıran çisenin vesile olduğu tabiat kokusu. Herşey aynı gibiydi. Her zaman ki gibi. Sanki hiç ayrı geçmemiş gibi…
Sesi titrek, tek bir soru sorabildi Adam, “Neden?” diye…
Sorusuna karşılık çok beklentisi yoktu ama bir ses etmek istemişti. O anda çözülmeyecekti elbet ama içinden çıkabilen tek kelimeyi de durdurmak istemedi. Bir neden olmalıydı öyle değil mi?
Kadın, daha da sıkı sarıldı. ‘Neden’ sorusundan sonra bırakır belki diye.
Başını göğsünden kaldırdı, kolları daha da sıkı sarılı, ıslanmış ve kıpkırmızı olmuş dudaklarıyla o an için yeterli gördüğü tek bir söz söyleyebildi:
“Ölmedim! Yaşamaya devam edelim…”
Başını tekrar dayadı göğsüne ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Adam da eş oldu, onun duygu yoğunluğuna ve tüm birikmişliği bıraktılar o âna…
Güneş batmış, kızıllık solmaya başlamış, akşam çisesi daha da yoğunlaşmış, kokular etrafı sarmış…
Kuşlar akşam muhabbetinde,
Cırcır böcekleri ve kurbağalar da akşam nöbetinde…
Sanki herşey, İlk Başladığı An Gibi.
Ancak çok şey değişti.
Neler mi?
O kısmı da sır kalsın…