“”Hadi bu sefer sen yap! Uzat dilini ve ben de izleyeyim daldan kendini bırakıp diline geçişini” dedi Kadın’a merakla ve ilgiyle.
“Ne biçim fantazilerin var” diye karşılık verse de Kadın, geçti altına dalın ve dilini uzattı damlaya doğru. Diline değdiği an, damla bıraktı kendini. Kadın ise gelen damlayı ağzında kaybetti. Serindi…
“Tamam oldu mu istediğin?”
“Oldu. Hadi gidelim!” diye koşmaya başladı arkasına bakmadan. Kadın da peşinde ama hızla uzaklaşmaya başladı Adam ve sonunda gözden kaybetti. Ormanın içine doğru. Sadece koşarken bastığı yerde çıkardığı sesler vardı. Kadın da hiç durmadan koşmaya devam etti. Bırakıp gider diye değil de ya koşar da başına birşey gelir, yardıma ihtiyacı olur diye. Ancak yeni iyileşmeye başlıyordu ve nefesi sonunda kesilip yere diz çöktü, derin derin soluk alarak etrafını izliyor sesleri dinliyordu. Ne hareket ne de ses vardı. Yağmur yağmaya tekrar başladı. Kadın yaprak dolu yere uzandı kaldı. Soluğunun yerine gelmesi için çaba gösterdi sakinleşmeye çalışarak ve sakinleşti. Ancak kalbi bu yorgunluğa alışkın olmadığından bayıldı.
Yağmur hızla yağdı. Sağnak sağnak…
Bir koku geldi burnuna Kadın’ın. Gözleri yavaşça aralandı. Yanan ateş kokusu. Ahşap tavan ve duvarlar. Pamuk bir yatak ve kuru giysiler. İçeriden ses geliyordu. Kalbi sakin vücudu dinlenmiş, sağından doğruldu. Kapıya doğru yöneldi ve kapıyı açtı. Gördüğüne pek anlam veremedi…
(Sevgili Okur! Kıymet verip buraya kadar okuduysan, içinden geldiği gibi devam et ve benimle paylaş. Etkilendiğim devamı ise bloğumda paylaşacağım. İlgin için şimdiden teşekkür ederim…)”
diye yaptığım paylaşıma geri dönüşlerde en fantastik olanı devam olarak paylaşıyorum. Bu yazı için Melek Karaer’e teşekkürler ve Keyifli okumalar!
———————–
Gözlerini ovuşturdu. Acaba rüyada mıydı? Bir daha, sonra bir kez daha…
Gördükleri yine aynıydı. Tedirginlikle yaklaştı. Adımını atar atmaz kendini ortasında bulduğu sofanın sağ duvarında eski taş kaplı büyükçe bir şömine yeri, yanan ateş, üzerinde bir kazan ve kazanın içinde kendi kendine bir öteye bir beriye dönüp duran bir kepçe.
Kendi kendine dönüp duran bir kepçe mi?! İşte bu biraz garipti. Bir adım daha attı. Artık tamamen sofanın ortasındaydı. Şömineli duvarın bitişiğinde kulübenin giriş kapısı ve hemen sağından başlayıp üç duvarı komple kaplayan eski minderli büyükçe bir sedir, kulübenin kütük duvarlarında asılı birkaç eski fotoğraf çerçevesi, sedirin en ücra köşesinde kıvrılıp uyuyan kömür karası bir kedi, bir adım yanında sofanın tam ortasında eski kara dökme demir bir kuzene fırın, fırının üzerinde ıslık çalan bir demlik… Adım atmak konusunda kararsız kaldı fakat merakına da yenik düştü. Etrafına şöyle bir bakındı. Ortalarda görünen kimse yoktu. Usulca kazanın başına yaklaşıp yakından baktı. Rüya görmüyordu. Sahiden kazanın içinde bir kepçe, belli aralıklarla içinde pişen o nefis kokulu( her neyse) şeyi karıştırıyordu. Elini uzattı; kazanın üstünden şöyle bir geçirdi. Bir daha, bir kez daha. İp falan yoktu. Ürktü. Geri sıçradı. Tekrar etrafına bakındı. “Ki-kimse yok mu?!”
Ses yok.
Kazanda pişen yemek ve ıslık çalan demlik dışında.
Şömineli duvarın yanında bir geçit daha vardı fakat kapı yoktu. Birkaç adım attığında geçitin önündeydi, zaten o kadar ufak bir kulübeydi ki.
Sol tarafta küçük bir tezgah, birkaç dolap ve içi binbir çeşit porselenle dolu eski yeşil ahşap bir vitrin… Öte yanda arka tarafa uzanan küçük bir koridor; belli ki başka odalar da vardı. Daha öteye gitmeye çekindi.
Sofanın orta yerine geri döndü. Sedirlere doğru yürüdü. Kıvrılıp uyuyan kedinin yanına ilişti.
Oturmasıyla birlikte kedi gözlerini aradı. Yemyeşil kocaman gözleriyle tatlı tatlı kadına bakmaya başladı.
Eliyle kedinin sırtını sıvazladı. Tebessümle. Biraz olsun tedirginliği dinmeye başlamıştı. Huzur veren bir yer gibi görünüyordu. Tehlike de yoktu.
“Merhaba güzellik, senin adın ne bakalım?!” Sesi fısıltıyla.
“Aykız” dedi kedi.
Korkudan geri sıçradı kadın. Kedi konuşmuş muydu? Yok daha neler! İyice aklını kaçırıyordu. Düştüğünde kafasını çok sert vurmuş olmalıydı.
“İnsanlar bunu hep yapıyor!” dedi Aykız ve tek hamlede, nazikçe sofanın ortasına sıçradı. Sıçramasıyla birlikte güzel, zarif, kömür gibi saçları, yemyeşil gözleri ve ay gibi bembeyaz teni olan bir kıza dönüşüverdi.
Kadının iyice dili tutulmuştu.
“Korkmana gerek yok, basit bir biçim değiştirme büyüsü. Çay?!” Diye sordu İpek gibi bir ses.
Kadın donakalmıştı. Ağzından tek çıkan “E-evet, lütfen.” Oldu.
Aykız eliyle havayı süpürür gibi bir hareket yaptı; vitrinden iki mavi porselen çay tabağı havada süzüldü. Bir hareket daha; bardaklar çay tabaklarının üzerine yerleşiverdi. Her hareketiyle bir şeyler daha havada süzülmeye başlıyordu; tepsi, tabak, fırından taze kurabiyeler… Mmmm nasıl da güzel kokuyorlardı. Acıktığını şimdi fark etti kadın. Kim bilir ne kadar zamandır bir şey yememişti.
Son bir hareketle demliğin ıslığı yerini bardaklara dolan sıcak çayın şırıltısına bırakmıştı. Birkaç saniye sonra hepsi kadının önündeydi.
Ne kadar korksa da, bu açlığının önüne geçemedi. Çay ve kurabiye derken açlığını bastırıp kafasını kaldırdığında Aykız yanıbaşında ona tebessümle bakıyordu.
“Ben neredeyim?! Ve tüm bunlar.. Aklım almıyor gördüklerimi.” Dedi.
Aykız tane tane anlatmaya başladı;
“Ben Aykız, bir periyim. Babamsa şifacıdır, bir tür büyücü. Seni buraya babam getirdi. Bulduğunda baygınmışsın. Ne olduğuna pek anlam verememiş. Ne de olsa hergün bir insanla karşılaşmıyoruz. Uyanana kadar hasta olmaman için elimden geleni yapmamı tembihledi. İyisin ya?!”
“İyiyim, teşekkür ederim. Fakat gerçekten anlam veremiyorum. Peri mi? Büyücü diye bir şey yoktur ki?!” Dedi kadın çayından bir yudum alarak.
“İnsanların çok az bir kısmı bizim gerçekten var olduğumuza inansalar da bizi görenlerin ve tanıyanların sayısı çok azdır. Kendimizi gizlemek zorundayız. Geri kalanlar da zaten inanmazlar. Ama ne diyebilirim ki; gördüklerin tamamen gerçek. Biz bu ormanı ve içindekileri koruruz. Zaten civarda ne ev ne de insan yok. Sahi senin bu ormanda ne işin vardı ve neden bayıldın?!”
Kadın olanı biteni anlattı. Aykız şaşkınlıkla dinledi. Kadının anlattığına göre kocasıyla birlikte burada bu ormanın yakınında bir köyde yaşıyorlardı. Fakat bu ormanın yakınlarında ne bir ev ne de bir köy yoktu. Ormana göz attıklarında da kimseye rastlamamışlardı.
Kadın anlatırken, sahi adam. Kim bilir ne kadar merak etmişti onu bulamayınca. Hemen ona ulaşması gerekiyordu. Delirmiş olmalıydı.
Tam o sırada kulübenin ahşap kapısı gıcırdayarak geri doğru açıldı. İçeri bir anda dolan soğuk hava kazanın altındaki ateşi söndürmüştü.
“Baba?!”
“Benim Aykız.”
İçeri girdi yaşlı büyücü. Sırtındaki cübbenin omuzları karla örtülmüştü.
“Merhaba! İyi olduğuna sevindim.” Dedi büyücü.
Kapı kapandı.
Aykız elini şıklattı ve ateş yeniden harlandı.
“Kar mı? Mayıs ayında hem de!” Dedi kadın.
“Mayıs mı?” Diye birbirlerine bakındılar baba kız.
Büyücü lafa girdi;
“Üzgünüm ama şuan Ocak ayının ortasındayız bu sebeple de dışarda kar fırtınası var. Seni bulduğumuzda yeni başlamıştı. Şükür ki erken fark ettik seni.”
“Anlayamıyorum. Gerçekten. Kafamı çok mu sert çarptım acaba. Sabah evden yürüyüş için çıktığımızda Mayıs ayıydı ve hafif yağmurlu bir bahar havası vardı. Bu kar fırtınası da ne?! Hemen eve dönmem lazım”
“Üzgünüm küçük hanım bu havada seni bir yere bırakamayız, ormanda kaybolman işten bile değil. Ayrıca buranın yürüyüş yapmak için tekin bir yer olduğunu hiç sanmıyorum.” Dedi büyücü.
Kadını zor ikna ettiler. En başından bir çok kere anlattılar olanları. Kadın kabullenmişti ve tedirgin hissetmiyordu artık. Kar fırtınası dindiği sabah hazırlanıp kadınla beraber orman yoluna düştüler. Çetin bir yürüyüş onları bekliyordu. Kadını buldukları yere gelene kadar bir kaç saat geçmişti. Bellerine kadar gelen kar yığıntısı içinde yürümek çok da kolay olmuyordu.
“İşte! Seni bulduğumuz yer burası.” Dedi büyücü.
Kadın etrafına bakıyordu. Hem çok tanıdık hem de çok yabancı gelmişti.
“Burayı biliyorum. Hemen hemen her gün evden çıkıp yürüdüğümüz yollar. Ama farklı bir şeyler var.” Diyerek ağaçlara doğru yaklaştı. Kafasını kaldırdı. Yanındaki ağaca doğru elini uzatıp tuhaf bakışlarla bakmaya başladı.
“Bu, çok garip. Ağaçlar… çok, çok ince. Hatırladığım bu yerdeki ağaçlar daha kalın ve yaşlı olmalıydı. Bunlarsa oldukça cılız ve genç duruyorlar.”
Biraz daha bakındı. “Köye devam edelim. Zaten buraya çok yakın. Göreceksiniz.” Diye öne atıldı.
Baba kız birbirlerine bakıp anlam veremeseler de peşinden devam ettiler. Gittiler, gittiler…
Ortada ne bir köy ne kadının evi vardı.
“Ama nasıl olur?!
Evim! Evim nerde?! Kendi ellerimizde yaptık biz onu. O kadar emek verdik. Burda olması gerekiyordu. Peki ya diğer evler?! Hiç biri yok…….
Ne? Ne bakıyorsunuz öyle delirmişim gibi?! Bana inanmıyor musunuz?!”
“Yalan söylediğini düşünemeyiz fakat burda hiç ev olmadı. Ancak denize doğru aşağılarda bir köy var. İstersen oraya doğru gidebiliriz.”
“Tabi ya. Bizimkilerin evi orda. Eski ev. Hadi o zaman.”
Bir süre daha devam ettiler. Bir köye vardılar. Kadının hatırladığı ve olduğu gibi yerinde duran bir köyde bu sefer.
“Oh sonunda! Deliriyorum sanmıştım.”
Adamın köyüne gelmişlerdi. Annesine seslendi. Cevap veren olmadı. Pek ıssız görünüyordu.
Avluya girdiler yavaşça ve seslenmeye devam ederek. Hala ses yoktu. Kapıyı çaldılar.
“Girin” narin bir ses.
Girdiler ve ilerlediler. Genç ve güzel bir kadın kucağında 3-4 yaşlarında bir oğlan çocuğunu uyutmaya çalışıyordu.
Kadın hemen tanıdı gözlerinden. Bu adamın annesiydi! Ama çok tuhaf. Karşısında gördüğü 30’lu yaşlarında bir kadındı.
“Buyurun, hoşgeldiniz. Yolcu musunuz?
Size ne ikram edeyim?” Dedi kadın misafirlere.
Şaşkın şaşkın bakıyordu kadın karşısındaki genç annesine. Sonra etrafına bakındı. Ev hiç hatırladığı gibi değildi. Çok daha yeniydi. Eşyalar, duvar boyası, Fotoğraflar…
Anne misafirlere sabah sağdığı ve kaynattığı sütten ikram etti sıcak sıcak. Hem içtiler hem de sohbet ettiler. Aykız ve babası durumu idare etmeye çalıştılar. Çünkü ne olduğunu anlamış gibiydiler.
“Radyo söyledi, fırtına artacakmış bu gece. Kalacak yeriniz var mı?” Diye sordu anne.
“Radyo mu? Kaç yılındayız, radyo mu kaldı?!” Dedi kadın.
“1972.” Dedi büyücü.
Kadın çığlığı bastı. “1972 mi?!”
Çocuk uyandı.
“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?! Ben 1977 doğumluyum. Ne demek 1972?!”
Kafasını çevirip çocukla göz göze geldi. Bu gözleri nerde görse tanırdı. Kocasının ta kendisiydi. 3 yaşında?!
Kadının nabzı hızlandı. Kalbi kafesinden kaçmaya çalışan bir kuş gibi çırpınıyordu göğsünün içinde. Yine bir karartı. Bayılmıştı.
Gözlerini açtığında kulübedeydi.
Yine o tanıdık açlık. Doğruldu. Her şeyi sil baştan yaşıyordu sanki. Sofaya çıktı. Sağa baktı. Şömineyi gördü. Bu sefer yanmıyordu. Kapı ardına kadar açıktı. Kuş sesleri, içeri dolan güneş ışığı ve mis gibi bahar çiçekleri kokusu. Galiba sonunda o korkunç kabustan uyanmıştı. Ama nerdeydi?!
Kafasını sol yanına çevirdi. Aynı kulübe, aynı sedirler.
Aynı kedi. “Ah,hayır. Lütfen?!” Diye mırıldandı kendi kendine. Kedi bir anda sıçradı. Aykız karşısındaydı. Herşey tekrarlandı.
Sil baştan.
Önceki yaşananlar hakkında tek bir bahis yoktu ortada. Sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibiydiler. Kadın anlam veremedi. Bu sefer çok da üzerinde durmaya niyetli değildi. Bir an önce toparlanıp çıkmaya karar verdi. Bu sefer ardından gelmelerine izin vermeyecekti. Israr ettiler. Ormanın köy çıkışına kadar gelmelerine izin verdi. Kar olmamasına rağmen yine epeyce yürüdüler. Önce onu buldukları yere geldiler.
Güzel, ağaçlar epeyce besiliydi. Bu iyiye işaretti. Aykız ve babasıyla orda vedalaştılar. Yolun kalan kısmında artık tek başınaydı. Her daim geçtiği yollardan geçti ve evinin olduğu yere yaklaştı. Uzaktan bir çatı görünüyordu. İçi içine sığmadı. Evet nihayet evine, adama kavuşacaktı. Yürüdü, yürüdü…
Fakat gördüğü şey pek hoşuna gitmedi. Uzaktan evi sandığı o çatı, adamla evlendikten sonra büyütüp değiştirdikleri o eski dağ eviydi. Bu da neydi şimdi böyle?!
Gözleri doldu, sinirinden ağlamak üzereydi ki bir çatırtı duydu. Hemen ağacın arkasına saklandı.
Uzaktan hızlı hızlı birileri geliyordu.
Genç bir delikanlı. Yüzünü seçemedi. Arkasında da bir kız. Tanımıyordu onları. Oğlan sinirli görünüyordu. Kızın yalvarır gibi bir hali vardı. İyice yaklaştılar, yaklaştılar…
bir ağacın arkasında kaldılar. Oğlan durmuş, yüzünü kıza dönmüş bir şeyler haykırıyordu. Kulak kabarttı;
“Bunu yapmayacaktın. Benim için bittin. Seni sevdiğim güne lanet olsun!” Dedi ve kıza laf söyleme fırsatı vermeden arkasını dönüp hızla yürümeye başladı. Kız da ağlayarak tam tersi istikamette koşmaya başladı.
Oğlan kadının arkasına saklandığı ağacı üç dört adım geçmişti ki durdu ve ağlamaya başladı. Ellerini dizlerinin üstüne koyup eğildi. Nefesi kesilmişti. Kadının da öyle, ama korkudan. Oğlan ayağa dikildi, bir hışımla arkasını döndü ve kadınla gözümde gelince ikisi de irkildi.
“Çok özür dilerim boş bulundum. Burda birilerinin olabileceğini tahmin etmemiştim. Korkutmadım umarım.?!” Dedi
Kadın gördüklerinden ötürü buz kesmişti. Bu gözler… Nerde olsa tanırdı o iri masmavi gözleri. Kocasıydı. 20’li yaşlarda bir delikanlı. Aklı yine ona oyun oynuyor olmalıydı. Kendini toparladı. İçini dolduran farklı duygulara kapılmıştı.
“Yo, hayır. Esas ben özür dilerim. İstemeden kulak misafiri oldum. Şey, ben burdan geç-“
“Başka biriyle evleniyor.” Dedi oğlan. “Söz vermişti, tutmadı. Babasına karşı gelememiş güya.”
“Eee, tamam. Şey, biraz konuşmak ister misin?!” Diye tuhaf bakışlarla sordu kadın. Bu cidden tuhaftı. Kocasının kalp yarasını mı dinleyecekti yani?!
“Burası gölgede kaldığı için serin olur, üşürsünüz. Beni takip edin isterseniz.”
Dedi oğlan.
Kadını alıp vadiye bakan bir yamaca götürdü. Kadının en sevdiği yerdi orası. Birbirlerini ilk gördükleri yer. Birbirlerine söz verdikleri yer. Onların özel yeri.
Vadinin üstünde tüm heybetiyle duran güneş yamaca vuruyor, bahar serinliğinde de olsa orayı ısıtıyordu. Kadın her zaman yaptığı gibi bağdaş kurup tek hamlede oturdu yere. Oğlan da biraz ötesindeki yalnız Ardıç’a dayadı sırtını. Anlatmaya başladı. Kadın dinledi. Dinledikçe bir tebessüm yayıldı yüzüne. Mavi iri gözlerine bakmaktan kendini alamadı. Kocasını tanıdığında 30’lu yaşlardaydı ve bu hali çok ilginç geldi. Baktıkça baktı. Doyamadı. O an hiç bitmesin istedi.
“Ah,gençlik!” Diye geçirdi içinden. Bulunduğu durum O kadar tuhaftı ki. Saatlerce sohbet ettiler. Fakat kadının aklı hep başka yerdeydi.
“Sahi siz? Gezgin misiniz? Sizi daha önce buralarda gördüğümü sanmıyorum.”
Oğlan düşünce selini bölmüştü bu soruyla. Kadın aklına gelen ilk hikayeyi uyduruverdi. İlk defa yalan söylüyordu ona. Bu bile dokunmuştu. Oğlan ona yukardaki tepeden köyü görebileceğini söyledi. Oraya doğru yollandılar. Yol boyunca sohbet ettiler. Kadın bu sefer sakin kalabildiğine şükrediyordu. 1986 yılında olduklarını öğrendi oğlandan. Zamanda bir tür sıçrama mı yaşamıştı. Tüm olanları zihninden geçirirken tepeye varmışlardı.
“İşte şurdan biraz eğilirsen, köyü ve aradığın evi rahatlıkla bulabilirsin.” Dedi oğlan.
“Teşekkür ederim. Sohbetin için de.” Dedi kadın.
Önlerinde kocaman bir vadi ve uçurum vardı. Deniz her zamanki parlaklığı ile karşılarında duruyordu. Yani kadının hatırladığı her zamanki parlaklığıyla.
Yanlarındaki zeytin ağacının dalına tutundu. Öne doğru hafifçe eğildi. Bir adım atayım derken ayağı boşa düştü. Dal kırıldı. Kadın uçurumun üzerinde boşlukta sallanıyordu. Oğlan seri bir hareketle kolundan yakalamıştı.
“Ne olur beni bırakma! Burası çok yüksek!” Diye yalvarmaya başladı kadın.
“Aşağı bakma, sakın aşağı bakma. Seni Yukarı çekeceğim.” Demesine kalmadan aşağı baktı kadın. Başı döndü. Nabzı hızlandı. Kalbi kanat çırpıyordu yine inatla. Kulağında o tanıdık uğultu başladı. Gözleri karardı.
…..
Uğultular; İnsan sesleri, demlik ıslığı, kedi miyavlaması, ateşin çıtırtısı.
“Gözlerini açıyor!”
Derinden gelen ahşap kokusu.
“Bilinci yerine gelmeye başladı sanırım.”
Öteye beriye koşuşturan birkaç ayak sesi.
“Su! Su getirin.”
Adama baktı. O iri mavi gözler. Nerde olsa tanırdı.
“Canım… Çok korkuttun.”
“Aykız”
“Aykız burda. Kızım, gel pisi pisi!”
“Büyücü, orman?”
“Büyücü mü? Tatlım, iyi misin? Başını çok sert vurmamıştın ama ayılman çok uzun sürdü. Ameliyatın biraz ağır geçti. Doktor bunun olabileceğini söylemişti.”
Artık tamamen ayılmıştı.
“Nasıl hissediyorsun?!”
“İ-iyiyim. Nerdeyim ben?”
“Evimizdeyiz.”
Olan biteni baştan aşağıya konuştular. Kadın bayılınca adam başına koşmuş. Tek hamlede kucaklayıp hemen eve geri dönmüşlerdi. Kamyonete atladıkları gibi şehre, hastaneye. Kalp rahatsızlığı iyice zor bir duruma sebep olmuştu. Acil ameliyat olması gerekiyordu. Neredeyse bir haftadır da uyutuluyordu. Kendine gelmesi bu yüzden uzun sürmüştü.
Aradan günler geçti. Zor da olsa adamın sevgi ve desteğiyle kadın kısa sürede toparlandı.
Kulübenin verandasında oturup çayını içiyordu kadın. Önündeki trabzanın üstünde kedisi, karşısında tepesi karlı dağlar. adam kadının sırtına bir şal getirdi üşüyebileceğini düşünerek bahar da olsa arada soğuk esiyordu ve hastaydı. Düşünceli ve nazikti adam. Şalı örterken olduğu gibi sarıldı.
“Şükürler olsun, iyisin.” Dedi.
Kadını derin düşüncelerinden uyandırarak.
“O kız kimdi?!” Dedi kadın.
“Hangi kız?” Diye sordu adam.
“Şu hani söz verip de tutmayıp başkasıyla evlenen, seni ormanda ağlatan kızdan söz ediyorum canım işte. Anlasana!”
“S-sen nerden biliyorsun?! Annem! Annem mi anlattı?! Anneeeeee?!” Diye içeri yollandı adam.
Kadın dona kaldı, beklediği cevap bu değildi. Çünkü herşeyin rüya gördüğünden emindi. Trabzanda oturan kedisine baktı. “Aykız?!” Dedi Şaşkınlıkla.
Kedi Uykusundan gözlerini araladı , kafasını şöyle bir kaldırdı, kadına doğru baktı ve göz kırptı. Sonra hiç bir şey olmamış gibi miskin miskin uyuklamaya devam etti. Kadın da kısa ve keskin bir kahkaha atıp çayını yudumlamaya..
hkaygun
2 Ağustos 2018 — 23:09
Yazılarınızı seviyordum, çoktandır yoksunuz.
kameraygun
10 Ağustos 2018 — 00:31
Kıymet verdiniz sağolun. Şu sıra uzun olmasa da yine yazmaya yada anlatmaya İnstagram hesabımdan devam ediyorum. Vakit olursa ve imkan doğarsa burdan da paylaşmaya devam edeceğim inşallah. İnstargam hesabım, @kameraygun